30 Temmuz 2019 Salı

SELBİ HOCA'NIN OTOMOBİLİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


SELBİ  HOCA’NIN OTOMOBİLİ
Selbi Hoca’yı ilk tanıdığımda Bitlis Lisesi’nde öğrenciydim. O da Bitlis Kazım Paşa
Mersedes Olmasa da Bizim İçin Değerliyrdi
İlkokulu’nda öğretmen olarak görev yapıyordu. Dayım kızı Ayten Akpolat’ta aynı okulda öğretmen olarak görev yapıyordu. İkisi görev yaptıkları okula çok yakın bir evde kalıyorlardı. Arada bir beni evlerine yemeğe davet ederlerdi. Yaptıkları lezzetli yemeklerin tadını hep birlikte çıkarırdık. Geç saatlere kadar birlikte vakit geçirir, ilerleyen saatlerde çok yakındaki öğrenci evime dönerdim.
      O dönemlerde Selbi Hoca bekardı, ancak yasak bir aşk yaşadığı biliniyordu. Evli bir erkeğe aşık olmuştu, daha sonraları, aşık olduğu erkek eşinden ayrılmış, Selbi Hoca ile evlenmişlerdi. Biri erkek üç çocuk sahibi olmuşlardı.
      Bu evlilik Ahlat’ta bir ilkti, Selbi Hoca, aşkının peşinden koşacak  kadar yürekli ve cesur bir kadın olduğunun Ahlat’taki ilk örneği olarak dikkatleri üzerine çekiyordu.
      Çünkü o dönemde aşk sözcüğünü  telaffuz  etmek bile ayıp ve yakışıksız bulunuyordu. Aşk yaşamak, aşık olduğu insanla evlenmek gibi kavramlar çevrenin baskısı karşısında ağza alınmayacak kadar abes ve edep dışı sayılırdı.
      Tüm bu baskıcı yaklaşımlara karşın yasak aşklar yaşamın bir parçası olarak devam ediyordu. Tıpkı onlarda olduğu gibi, onlar “Gönül Ferman Dinlemez” deyiminin cesur ve yürekli bir örneğini sergilemeyi göze almışlardı.
      Uzun ve mutlu yıllar geride kalmıştı,  çocukları büyümüş iş güç sahibi olmuşlardı. Selbi Hoca’nın eşi Yaşar Bey’in,  son dönemlerde bazı sağlık sorunları ortaya çıkmıştı. 
      Tedavi için Ankara’ya gelmişlerdi,   Gazi Üniversitesi’nin Gölbaşı Hastanesi’nde tedavi görüyordu. O dönemlerde, ulaşım olanakları çok elverişli olmadığı için Yaşar Bey’i ziyarete gitmek kolay olmuyordu. Bizim ise  külüstür bir Volsvagen arabamız olduğu için, fırsat bulduğumuz zamanlarda onları ziyarete gidiyorduk.
Bu ziyaretlerimizden gerek Yaşar Bey, gerekse Selbi Hoca çok mutlu olduklarını ifade ediyorlardı. Bir süre sonra tedavi sona erdi, Yaşar Bey ve  Selbi Hoca Ahlat’a döndüler.
Aradan uzun bir süre geçmişti, ben de annem ve babamı kaybettikten sonra bir fırsatını bularak mezarlarını ziyaret etmek için Ahlat’a gitmiştim.
Bana ilk hoş geldin ziyaretine Selbi Hoca gelmişti. Yaşar Bey’in hastalığı sırasında onları hastanede ziyaret etmemizden ötürü memnuniyetini dile getiriyordu.
Benim birkaç gün Ahlat’ta kalacağımı öğrenince ısrarla arabaya ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. İhtiyacım olmadığını belirtip, bu nazik düşüncesi için teşekkür etmeme karşın ikna olmamış, arabasını getirip evin önüne koyduktan sonra da  anahtarını bırakıp gitmişti.
Bir gün boyunca arabaya hiç dokunmadık, öylece durdu kapının önünde. Ertesi gün götürüp iade edelim diye düşünüyorduk ki kardeşlerimden birisi ayıp olur, şöyle bir tur atıp öyle götürüp verirsiniz deyince bu fikir akla yatkın gelmişti.
Ben ve erkek kardeşim de bu düşüncelerle arabayı götürüp teslim etmek için binip Selbi Hoca’ya doğru yola çıktık.
Bir ara nasıl olduysa yönümüz Adilcevaz’a doğru denk gelmişti, tam o sırada acaba Adilcevaz’a kadar gidip gelsek mi diye aklımdan geçti.
      Gayri ihtiyari olarak, Adilcevaz’a doğru ilerlemeye başlardık, yol çok güzeldi ve sakindi. Van Gölü ve çevre manzarası gönlümüzü çeldi, buraya kadar gelmişken, acaba Erciş’e kadar gidip oradaki akrabalarımıza bir merhaba desek mi diye düşünmeye başladık,  aklımıza yattı ve yola devam ettik.
Bir süre gittikten sonra, inişsiz, yokuşsuz, cetvel gibi dümdüz bir yola gelmiştik,  asfalt güzel ve yol bomboştu. Birden içimden hafifçe gaza dokunmak geçti, süratimiz artmıştı.  Bir ara hız kadranına göz attığımda 140 kilometreyi gösteriyordu, hiçbir sorun yoktu ve keyifle yolumuza devam ediyorduk.
Bir anda biraz ilerimizde yolun üzerinde bazı kabarıklıklar gözüme takıldı, dikkatle baktığımda yolu kapatacak biçimde kocaman kaya parçalarının dizilmiş olduğunu gördüm.
Taşların rengi ile asfaltın rengi birbirine yakın olduğu için uzak mesafeden görememiştim. Sürat fazlaydı, mesafe kısaydı, firen yapamazdım, zorunlu olarak kayalara  çarpmak kaçınılmazdı, ancak bunu da bilinçli yapmak gerekiyordu.
Çünkü  kayayı ortalayarak çarpacak olsam aracın motor aksamında daha büyük bir hasara sebep olabilirdi. Bunu önlemek için bir tekerleğin taşa denk geleceği bir şekilde çarpmanın daha uygun  olacağını düşündüm ve öyle yaptım.
Kaya parçasına çarpan araç havaya fırladı, bir süre  sol tekerlek üzerinde ilerledikten sonra güm diye asfalta çakıldı. Lastik patladığı, cant  içine çöktüğü için bir süre asfalt üzerinde sürüklendikten sonra gürültü patırtı içinde durdu.
Şok ve panik içindeydik, bir anda olup bitenleri kavrayamıyorduk. Tüm bunlar olup biterken aklımı meşgul eden bir başka sorun vardı. Bu bir terör olayı mıydı, yoksa başka bir şey miydi kestiremiyordum.
Kuşkuyla  ve korkuyla arabadan inmeden çevreyi kontrol ettim, bir süre sessizce dinledim, dikkat çeken bir şey olmadığını anlayınca usulca arabanın kapısını açıp adımımı  dışarı attığım anda yolun kenarından bir çocuğun oturduğu yerden kalkarak ileride görünen köye doğru hızlıca koştuğunu gördüm.
      Küçük te olsa bir ipucu yakalamıştım en azından, hiçbir şey düşünmeden çocuğun peşine düşüp kovalamaya başladım. Aradaki mesafe  çok fazla olduğu için çocuğa ulaşabilmem mümkün değildi. Köye doğru koşarak gözden kaybolmuştu.
      Yeniden arabanın başına dönüp meydana gelen hasarı incelemeye ve bu belayı nasıl atlatacağımızı düşünmeye başladım.
      Arabanın  sağ ön lastiği parçalanmış, cant içine çökmüştü. Kaynar sular başımdan aşağıya döküldü, büyüklerimin bana öğütleri vardı, kimsenin arabasını almayacaksın diye, bu öğüde karşın nasıl oldu da bu hataya düştüm, kendimi affedemiyordum.
      Şok geçiren kardeşim de arabadan indi, anlamsız ifadelerle birbirimize bakıyorduk, bölgenin hassasiyeti nedeniyle bunun bir terör hareketi olup olmadığına dair net bir fikir sahibi olamıyorduk. Çünkü teröristlerin bu eylemi bu çocuğa yaptırabilecekleri olasılığı göz ardı edilemezdi.
      Önce aklımıza uzak mesafeden yapılacak bir silahlı saldırı olasılığı geldi, bir eylem olmayınca psikolojimiz biraz düzelmeye başladı.
      Fazla oyalanmadan bu ortamdan kurtulmamız gerektiğini düşünüyorduk. Telaşla arabanın bagajını açıp, stepne olup olmadığını kontrol ettim. Aceleyle stepneyi indirip, telaşla tekeri değiştirip, yeniden Erciş’e doğru yola koyulduk.
      Korku ve heyecan içinde, yapmış olduğumuz hatanın başımıza açtığı belayı düşünerek Erciş’e geldik, ilk işimiz bir oto tamircisine gitmek oldu.
      Yeni bir cant ve lastik satın alıp,  arabaya taktıktan sonra stepneyi yerine yerleştirdik. Bu sevimsiz olayı yaşadıktan sonra, Erciş’e gelmiş olmaktan bir haz duyamayacağımızı anlamak zor değildi.
      Tek düşüncemiz, bir an evvel  Ahlat’a geri dönüp emaneti sahibine teslim etmekti, başka bir kaygımız yoktu.
      Ahlat’a döndüğümüzde vakit biraz gecikmiş, hava kararmıştı. Selbi Hoca’nın evinin zilini çaldığımızda, ne diyeceğimizi bilemiyorduk, süt dökmüş kedi gibi sus pus olmuştuk.
      Bin bir teşekkürle anahtarı uzattığımızda, şiddetle itiraz ediyordu, bir türlü anahtarı almıyor, ne zaman işimiz biterse o zaman kendisinin arabayı aldırtacağını söylüyordu.
      Israrla anahtarı uzatıp, bir an evvel oradan ayrılmak istiyorduk. O ise bizi içeriye davet ediyordu, ısrarlara rağmen vedalaşıp ayrıldık.
      Birkaç gün daha Ahlat’ta kaldım, Selbi Hoca ile bir daha karşılaşamadık. Ama merakımızı da bir türlü gideremedik.
      Acaba bu üzücü olaydan haberdar olmuş muydu? Bunu bilemiyorduk. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın hala bir fikir sahibi olmuş değiliz.
      Selbi Hoca’nın Ankara’da yaşayan Gül ve Gonca adlarında iki kızı var, bunlar iş güç sahibi başarılı insanlar. Gonca ile hiç tanışma fırsatımız olmadı.
      Gül Hanım ile bir ara Ahlat Belediyesi ile ortak bir AB Hibe Projesi üzerinde çalışma fırsatımız oldu, bu konularda deneyimli. Bu görüşmelerimiz sırasında Selbi Hoca’nın Ankara’ya gelip gelmediğini sormuştum. Arada bir geldiğini söylemişti. Kimi zaman sağlık sorunları için Ankara’ya geliyormuş.
      Geldiği zamanı takip edip, Ahlat’ta bana gösterdiği zarif davranışın karşılığı olmasa da, hiç olmazsa bir yemeğe götürüp, ona olan teşekkür borcumu yerine getireyim istiyordum.
      Bu arada lütfedip bana uzattığı bu sıcak elin sahibinin canını sıkıp sıkmadığımı da öğrenebilirim diye umut ediyordum. Ne var ki, günlük meşgaleler buna bile fırsat tanımıyordu.
      Selbi Hoca’nın bir de erkek kardeşi vardı, adı Mehmet, oldukça yetenekli birisiydi. Öğretmendi, ancak yeteneği mesleğinin önünde gidiyordu.
      60’lı ve 70’li yıllarda adını destanlaştırmıştı. Bir yandan oynadığı futbol ile Türk Futbolunun unutulmaz ismi “Şeytan Rıdvan” gibi “Tilki Mehmet” lakabıyla Ahlat Aktaşspor Kulübünü başarıdan başarıya taşıyor, diğer yandan  Türk Tiyatro Tarihi’nin efsane ismi Münir Özkul’a Anadolu’nun tarihi bir kentinde ben de varım dercesine  Ahlat insanının unutamayacağı başarılı bir performans sergiliyordu.
      Mehmet Akyıl Hoca’nın bu renkli yaşamı “Tilki” başlığı altında Ahlat Gazetesi’nin değişik sayılarında yayımlandı. Ahlat’ın yetiştirdiği bir değer olarak gelecek kuşaklara taşınmasına vesile olduğumuz için bir sorumluluğu yerine getirmiş olmanın huzuru içindeyiz.
      Selbi Hoca, bir dönem de politikayla ilgilendi. Politikanın  ona eşinden kalan bir  miras olduğunu düşünüyor olmalıydı. Zira eşi Yaşar Bey, uzun yıllar politikanın içinde olmuştu.
       Bir siyasi partinin İlçe Başkanı olarak bir süre hizmet etti. Elini ve yüreğini cesaretle taşın altına koyuyordu. Bu yaklaşımı ile de, yörede bir ilki gerçekleştiren cesur ve  yürekli “Türk Kadını” profilini sergiliyordu.. 
      Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği yolda yürüyerek, başta Ankara kulisleri olmak üzere politik ortamlarda ilgi gördü ve büyük sükse yaptı. 
      Ne var ki,  o dönemde yöre insanı bu demokratik gelişmeyi içine sindirecek homojen yapıyla henüz buluşmamıştı.
      Selbi Hoca’ya sağlık mutluluk diliyor, hizmetlerinden dolayı teşekkürlerimizi sunuyoruz.

18 Haziran 2019 Salı

KISA KISSA ÖYKÜLER III, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


İLHAMİ NALBANTOĞLU’NDAN
KISA KISSA ÖYKÜLER III
KİTABI
      Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın kurucu Başkanı İlhami Nalbantoğlu’nun çıkardığı “Öykü Serisi”nin 3. Kitabı “Kısa Kıssa Öyküler III” Haziran ayı başından itibaren kitapçı raflarında yerini aldı.
     2012 yılında yayımlanan serinin birinci kitabının ardından ikincisi 2015 yılında yayımlanmıştı. 2019 Haziran ayı başından itibaren okuyucusuyla buluşan ve  158 sayfadan oluşan “Kısa Kıssa Öyküler III” kitabında yazarın 21 öyküsü yer buldu.
      Yazar, kitabın önsözünde amacını şu ifadelerle dile getirmektedir.
      “Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı 18. yayını olan ‘Kısa Kıssa Öyküler III’ adlı bu kitabıyla bu güne kadar yayımlamış olduğu 15 değişik kitabın dışında yeni ve farklı bir alana adım atmaktadır.
      Yayın hayatının 26. Yılına girmekte olan Vakfımızın yayın organı ‘Ahlat Gazetesi’nde başlangıçtan günümüze kadar yayımlanmış olan öyküler bu kitapta toplanarak bir bütün halinde okuyucusuyla buluşturulmaktadır.
      Öykülerin çoğunlukla Ahlat(ta yaşamış ve halen yaşamakta olan renkli kişilerin yaşamlarından kesitler vermesi, bu alanda bir ilk olmaktadır.
      Gerek bu kişilerin renkli portrelerinin ilk kez öykü haline getirilmesi, gerekse Ahlat insanının renkli yaşamlarından kesitlerin bir kitapta toplanması, Ahlat ve çevresinin kültürel profilinin ülke geneline yansıtılması açısından öykü dünyasına değişik bir renk, tür ve tat getirecektir diye düşünmekteyiz.
      Ahlat ve çevresi eksenli 18 adet kitabı yayımlıyor olmanın salt bir başarı sağlamak adına olmadığını belirtmek gerekir. Bunu, Ahlat ve çevresini ulusal ve uluslararası platformlara taşıma çabası olarak gösterebiliriz.
      Kırk yılı aşan bir mücadelenin gücünü bu görevi yerine getirebileceğimize olan inancımızdan almaktayız.
      Bu yaklaşımla önümüzdeki dönemlerde yeni yayınlarla bu görevi sürdürme kararlılığında olduğumuzu belirtmek isteriz.”
      Kitapta ayrıca Sayın Nalbantoğlu’nun özgeçmişine de yer verilmiş. Bürokraside üstlenmiş olduğu önemli görevlerinin yanında, yayımlanmış  12 eseri,   ulusal ve uluslararası ortamlarda sergilediği 16 görsel etkinliğiyle başarılı bir profil çizdiğini görüyoruz. 

11 Ağustos 2017 Cuma

"BABASININ OĞLU" (Abdullah Nalbant Usta'nın Oğlu, İlhami Nalbantoğlu) Recep ACAY

BABASININ OĞLU
Recep ACAY
Abdullah Nalbant Usta, 1930'lu yılların başından 1980'li yılların ortalarına kadar, 50 yıla yakın bir süre Ahlat Halk Hekimliğinin yeri doldurulmaz tek efsanevi kişisi olarak, büyük ve kutsal bir görevi yerine getiriyor.
Gerek insan sağlığında, gerek hayvan sağlığında tek başına bir sağlık kurumu gibi hizmet sunuyor Ahlat insanına. Ve bu hizmetleri yaparken, hiç kimseden ama hiç kimseden tek bir kuruş bile karşılık kabul etmiyor. Ayrıca, yaşamının son yıllarında ekonomik olanakları çok iyi olmamasına karşılık kendisine sunulan yardım tekliflerini asla kabul etmiyor.
Ailesi ile birlikte, Abdullah Nalbant Usta, önce, Kafkasya'dan Türkiye'ye geliyor. İlk durağı Iğdır'ın yakın köylerinden biri oluyor. Sonraki yıllarda Erciş'e yerleşiyor. Son durağı ise Ahlat oluyor.
O, Ahlat'ı, Ahlat halkı da Abdullah Nalbant Ustasını seviyor. Taki 70 yaş üzerinde ebedi aleme intikal edinceye kadar. Abdullah Nalbant Usta, yakalandığı amansız hastalık nedeniyle Ankara'ya getiriliyor. Numune Hastanesi'ne yatırılıyor. Yapılan tetkiklerde kötü hastalığın bütün vücudunu sardığı görülüyor. Doktorlar tıbbi olarak yapacakları hiçbirşeyin olmadığını söylüyor.
Hastaneden çıkarılan Abdullah Nalbant Usta, uçakla Ankara'dan Van'a, Van'dan da ambulansla Ahlat'taki evine götürülüyor. Bir Cuma günü, büyük güclükle yatağının içinde abdesini alıyor, namazını kılıyor. Başını yastığa koyuyor. Bir elini büyük oğlunun elinin içine koyarak kelime-i şahadet getiriyor ve gözlerini hayata yumuyor.
Ahlat Halk Hekimliğinin Efsane İsmi, Abdullah Nalbant Usta’nın oğlu, İlhami Nalbanoğlu benim arkadaşım, dostum.
Diyarbakır Tanıtma, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı'nın "Kültür Komitesi"nde birlikte çalıştık. Ve bu çalışma sırasında ben İlhami Nalbantoğlu'nu yakından tanıma  şansına sahip oldum.
2010 yılında, Diyarbakır Tanıtma, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı; "Tüm Yönleriyle Diyarbakır Sempozyumu'"nun 2.sini gercekleştirdi. Bu sempozyum projesininin hazırlanmasında, Başbakanlık Tanıtma Fonu’ndan destek alınmasında,
İlhami Nalbantoğlu'nun büyük katkısı oldu. Başarılı bir şekilde gerçekleştirilen bu Sempozyumun ayrıca; Prof.Dr.Necdet Adabağ, yazar Remzi İnanç, İlhami Nalbantoğlu ile Zülfükar Sayın'dan oluşan Yazım Kurulu tarafından 2011 yılında, EFİL Yayıları tarafından kitabı çıkarlıdı.
Ahlat'ta doğan İlhami Nalbantoğlu; ilk ve ortaokulu Ahlat'ta, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi'nde başladığı eğitimini ise, Bitlis Lisesi'nde tamamladı.
Ahlat Kültür Vakfını kurdu, uzun yıllar bu Vakfın başkalığını yaptı. Bu süreç içinde 7 kitap yayınladı.
Ressam ve Hat sanatçısı olan Nalbantoğlu, İstanbul, Ankara, Berlin ve Ahlat olmak üzere 12 sergi ile sanatseverlerle buluştu.
Nalbantoğlu, Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı'nın Kurucular Kurulu üyesi, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı'nın Başkanlığını da sürdürmektedir.
21 yıldan beri, Ahlat Kültür, Sanat ve Çevre Vakfı'nın yayın organı olan "Ahlat Gazetesi"ni başarıyla çıkarmaktadır.
Ayrıca, Türkiye Yazarlar Birliği, Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği GESAM, İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği İLESEM, Diyarbakır Kültür ve Yardımlaşma Vakfı "Kültür Kurulu" Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı Yayın Kurulu ve SANART üyesidir.
İlhamiNalbantoğlu, evli olup, 2 kızı, Eser  adlı bir erkek ve Ayşe Beliz adlı bir kız torunu vardır.
İlhami Nalbantoğlu, Başbakanlık Merkez Teşkiatı’nda 42 yıl hizmet verdikten sonra Başbakanlık  Mevzuat Dairesi Başkanlığı görevinden emekli oldu.
İşte, baba ve oğlunun doğup büyüdükleri kente ve ülkemize yaptıkları bunlar. Abdullah Nalbant Usta’ya  Allah’tan rahmet diliyorum.
İlhami Nalbantoğlu'na da başarılarının devamını ve sağlıklı bir gelecek diliyorum.  Onunla dost olmaktan da  gurur duyuyorum.
Tıpkı, babasının yatığı yerden evladından gurur duyduğu gibi.
Not: Bu makale, “Ahlat Halk Hekimliğinin Efsane İsmi Abdullah Nalbant Usta” adlı kitaptan yararlanılarak yazılmıştır. 

9 Ağustos 2017 Çarşamba

AHLATLI DERVİŞOĞLU KAVALCI RECEP…

AHLATLI DERVİŞOĞLU KAVALCI  RECEP…
1845 yılında Ahlat’ta doğdu. Gençlik yılları burada geçti. Geçimini sağlamak için  ömrünün bir kısmını Batum’da çalışarak geçirdi. Küçük yaşta tanıştığı kavalıyla bazen din felsefesine  dalar, bazen hiciv ve mizahla seslenir bazen de methiyeleriyle ruhlara hitap ederdi. Sesinin pek güzel olmadığından yakınırdı. Şiirlerinin büyük bir kısmında  Yunus Emre’nin etkisi vardır. Okur yazar olmadığı için eserlerini yazılı olarak bırakma olanağından yoksun kalmıştır.  Şiirlerinden pak azı günümüze kalmıştır. Bu da hafızalarda kalanların derlenmesiyle ancak başarılabilmiştir. Şiirlerini kavalıyla renklendiren eşine rastlanmayan önemli bir halk ve hak aşığıdır.
Dervişoğlu  sırtındaki kavalını tevazu ile dudakları arasında gezdirir. Allah’a karşı özleyiş duyarak, aykırı hırs ve duyguları doğruluk ve inanışa davet eder. Allah’ın kurallarına karşı sevgisini kazanmalarını arzu eder. Bunun için Hakkın büyüklüğünden, hakimliğinden, kudret ve kuvvetinden bahseder. İnsanların ölümü hatırlamalarını ve işlerini ona göre ayarlamalarını diler. Dünya malına düşkünlüğün karşısındadır. İnsanların arkasından konuşulmasının ve dedikodunun aleyhindedir. O’na göre dünya yalandır. İnsanlara ancak yapabilecekleri iyilikler kar kalacaktır. Düşkünlere el uzatma icap eder, cehaleti reddeder. Cahillerin meclisinde bulunmak  şöyle dursun, ayak bile basılmamalıdır.
Dervişoğlu’nun şiirlerinde tasavvuf öğelerine rastlamak mümkündür. Bu nedenle O’nu tasavvuf şairleri arasında göstermek yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Buna karşın Dervişoğlu’nun softa tavrı yoktur. Sürekli olarak mütevazı bir derviş tavrı takınmıştır. Yaşamının unutulmaz anlarında meydana gelen olaylar karşısında irkilmiş, kendi düşünce tarzını sade tatlı bir üslupla, basit, macerasız feryadı andıran sözlerle ile getirmiştir. Yarı aydınlık bir fecir aleminin derinliklerinden gelen ilahi bir ses gibi ruhlara bitmez tükenmek izler bırakan duyuşları çırpınarak, hıçkırış ve yalvarışlarla ortaya koymuştur.
Dervişoğlu, duygu ve duyuşlarını zaman zaman kavalıyla terennüm eder, hak ve doğruluk üzerine inşa edilmiş fikirlerini düz, sıkıcı etkilerden kurtararak söyler. Ömrünün uzun bir kısmı yoksulluk içinde geçen Dervişoğlu’nun  sesinin pek güzel olmaması, döneminde değerinin bilinmemesine neden olmuştur. O, bu gerçeği kabullenmiş,her sanatçı gibi değerinin kendisinden sonra anlaşılacağını dile getirmiştir. Dervişoğlu, kendisini herkesten, kaybolan bir parlaklığı isli bir lambayla aydınlatmak ister gibi gücendirmeyecek bir eda ile geçmişin karanlıklarına dalan hayalinin ufukları seyreden gözlerine verdiği cesaretle, meşakkat dolu yaşamının izbeliğini beka ve hak fışkıran Vanlığının talihsizliğine bağlamış, yıllar boyunca süregelen ince duyguları saran varlığını doğanın özene bezene yarattığı bir güle benzeterek daldan aşağı bittiğini dile getirmiştir. Buna karşın O’nun şiirlerinde edebi şekil aramamak gerekir. O’nun da böyle bir edebi endişeye kapılmadığı aşikardır. O, gönlünü dinler, coşup taşan duygularını değiştirmeden ve süslemeden hissettiği gibi ortaya koyar.
Dervişoğlu, pek çok Ahlat’lı gibi geçimini temin etmek maksadıyla yaşamının belirli bir dönemini o yıllarda pek rağbette olan Batum’da çalışarak geçirmiştir. Batum’a gitmek üzere Ahlat’tan ayrıldıktan sonra tekrar dönüşüne kadar geçen zaman içinde pek çok olayla karşılaşmıştır. Bunlarla ilgili duygularını da dile getirmiştir. Bunlardan çok az bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Zaman zaman döneminin ünlü ozanları ile atışmalara da katılmıştır. Aşık Summani ve Aşık Karari ile olan atışmaları dikkate değer niteliktedir.
            Dervişoğlu, yaradanına olan aşkı yanında beşeri aşklardan da nasibini almıştır. Üç büyük aşk yaşadığı bilinmektedir. Elif, Gülperi ve Zeliha, Dervişoğlu’nun aşık olduğu ve duygularını dile getirerek ilham aldığı kadınlardır.
Dervişoğlu, 1915 yılında 70 yaşında Ahlat’ta büyük aşkı yaradanına kavuşmak üzere dünyasını değiştirdi.

Hey ağalar ne illerin gelmiştir
Kara karga tarla kuşun beğenmez
Oğullar babayı, kızlar anayı
Taze gelin kaynanayı beğenmez.

Güzel var dünyada söylenir namı
Güzel var artırır günbegün şanı
Güzel var bulunmaz bir parça nanı
Zengin fakir o güzeli beğenmez.

Hak nasip eylesin farzı, sünneti
Yiğit olan kaldıramaz minneti
Hak yarattı yetmiş iki milleti
Hiçbir millet bir milleti beğenmez.

Gel benim ördeğim gel benim kazım
Ben ölenden sonra kim çeker nazım
Söyle Dervişoğlu sana ne lazım
Kocalmışsın kızlar seni beğenmez.